nurullah nerde
“Gitmeliydim buradan!”. On iki, tam on iki sene geçmişti bu bunaltıcı köşesinde Anadolu’nun. Birkaç sene kalıp, İstanbul’a dönecektim halbuki ki. Gencecik bir muallim olarak geldiğim bu kasabada, hayallerim de benimle birlikte yavaş yavaş ölüyordu.
Bu sene giderim derken; evlilik, hadi artık seneye diye düşünürken; çocuk, fazla kira veriyoruz bir ev alalım derken 10 yıllık ev kredisi, nakit yetmiyor ek iş yapmalı derken haftasonları dershanede öğretmenlik, ender de olsa hususi ders…
Hadi artık krediyi de bitirdik evi satıp gidelim derken eşimin annesinin hastalığı, ücretsiz ruhsat alıp annesine bakmaya gitmesi, çocuk hasreti…Saplanıp kalmıştım burada.
Bayram, tatil, dershane yoksa haftasonu, ne vakit fırsat bulursam İstanbul’a gidip hem çocuğumu, eşimi görüyor, kayınvalidemi ziyaret ediyor, hem de bir iki gün de olsa hanımla özlem giderip yine kürkçü dükkanına; bu karanlık, basık kasabaya art dönüyordum.
Yalnızlık artık koymaya başlamıştı. Bir taraftan da hayatı kaçırıyorum duygusu, bir daha bu yaşlara dönemem korkusu derken bunalıma girmiştim.
Okuldaki öğretmenlere asılsam adım çıkacak, dışarıda bir halt karıştırsam ufak yer , karım duyar, laf çıkar, bana yakışmaz diye diye, iş dışı tek uğraşım akşamları saatlerce erotik ve porno film izleyip kimi sabaha kadar internette dolanıp, içip içip sızmak olmuştu.
Artık geceleri sabahlamanın etkisiyle gözlerimin altı mosmor dolaşıyordum. Mesai çizelgesinden dakika şaşmayan ben, sabahları uyanmakta zorlanıp çoğu günler koştura koştura yetişir, kimi geç kalır olmuştum.
Cuma akşamı, bu bezgin hayatı, tekdüzeliği değiştirmeye sebep olacağını bile bilmediğim o akşam, okuldan çıkıp, biraz da kimseler görmesin diye kasabanın biraz dışındaki tekel bayiinden 5-6 bira, bir şişe de votka alıp eve döndüm. Kendimce biraz içip eğlenecektim.
Salonda içip, internette her zamanki gibi bir taraftan porno izleyip bir taraftan elim aletimde vakit öldürdüm. Normalde balkonda bile sigara içsem surat yapan, içki içince kokuyorsun diye yanıma bile yanaşmayan karımın yokluğunu fırsat bilerek yaptığım bu kaçamak, en pahalı gece kulüplerinde içip eğlenmekle eşdeğerdi artık gözümde.
İki üç bira içip yatmayı planlarken canlı chat sitelerinden birinde genç güzel bir kadın ateşli bir sohbet tutturmuş gidiyor, bir taraftan da çocukluğumdan beri bayıldığım ince çoraplı bacaklarını üst üste atıyor, kimi vakit izleyenleri tahrik etmek için bacaklarını aralıyordu.
Artık porno izlemekten, çıplaklıktan bile bıkmıştım, onlarca kadının ucuz dildoları sokup çıkardığı bir et pazarına dönüşmüştü gözümde burası ve bu kadın tam aradığımdı tahrik olmak için. Ekrana kilitlendim, bir bira bir sigara daha içtim, kafam derin bir denizde yüzüyordu sanki…
Kalkıp yalpalaya yalpalaya döşek odasına gittim. Bazayı kaldırıp yalnız günler için “kargoda anlarlar mı, başkası alsa ne derim” korkusuyla aldığım, bazanın altında karımın evliliğin ilk birkaç senesinden sonra ayda yılda bir, binbir nazla giydiği seksi kıyafetlerin ve üç beş fantezi malzemesinin durduğu kutunun en dibine sakladığım suni vajinayı alıp ekran başına döndüm.
Dumanlı kafayla kayganlaştırıcı jelin bir kısmını içine boca ettim, bir kısmını istemsizce üstüme başıma bulaştırdım. Bilgisayarın başına döndüm. Gözlerimle sanal güzelin kıvrımlarına, bir o yana bir bu yana attığı uzun, şekilli bacaklarına ve en fazla da iç çamaşırını görebilir miyim diye bacak arasına dalıp, aletimi suni vajinaya daldırdım, bu ufak dar silikon oyuncak; artık kimi istersem oydu; bu gece yirmili yaşlarda, ince uzun bacaklı, kara ince külotlu çorap giymiş, üzerinde bordo renkli dizlerinin bir karış üzerinde biraz parlak ince bir gece elbisesi giymiş, esmer ve ak tenli, genç ve bir o kadar fettan bir kadındı…kafam çoktan bir dünya olmuştu…
…çok sigara içtim, perdelerde sarardı, hatun kati dönünce salonda sigara içtiğim için cıngar çıkaracak… aman neyse…bacaklar…Ayşe Teyze, bacaklarının arasında dolanıp çocukluk masumiyetiyle beni kucaklarken dokunduğum bacaklar…Mine, okuldaki yeni öğretmen, daracık giyiniyor zilli, burası ufak yer, dikkat et Mine…Meltem, karımın kıskançlıktan arkasından beceriksiz diye atıp tuttuğu en yakın arkadaşımın genç karısı Meltem…bira bitti, biraz daha içsem…bira kalmamış votka…haftaya içecektim, neyse boşver…bacaklarını araladı, iç çamaşırı yok mu ne…başım çatlayacak sanırım, aletimden önce…peçete, peçete nerde…
…zırrrrrrrrr……telefon; Dershaneden Mehmet Hoca.
Ortalık aydınlık, kanepedeyim, üstüm açık, altım çıplak, belimde bir ağrı, başım; başım fazla kötü.
-Nerdesin oğlum, ders başladı.
-Abi derhal geliyorum, arabada bi sıkıntı çı..
-Tamam lan tamam. Ben yönetim ediyorum, çabuk et.
Ne ara tıraş olup giyindim çıktım hatırlamıyorum. Okula benzemez dershane, paranı keser, daha olmadı çıkarır. Tam da karım ücretsiz izindeyken, annesinin bakım masrafının bir kısmı bizim üzerimizeyken. Ayakkabılarımı bile bağlamadan koyuldum yola. Müdüre yakalanmadan öğretmenlerin ders aralarında sigara içmeye indiği yangın çıkışından içeri sıvıştım, parmak uçlarımda sınıfın kapısına kadar sessizce geldim.
Sınıftan ayrılırken Mehmet’e teşekkür ettim. Kulağıma eğilip:
“-Sikicem belanı, az iç diyorum!” diye sessizce sövdü, çocuklar anlamasın diye bir kez daha bu kez duyabilecekleri bir sesle:
“-Teşekkür ederim Mehmet Hocam, arabayı hallettim, ben devam edeyim!” diye aradığında uydurduğum hikayenin devamını getirmeye çalıştım.
Mehmet; fakülteden derslik arkadaşım, kader arkadaşım, birlikte atandığımız bu sıkıcı köşede dost diyebileceğim tek adam. Aynı liseye atandık, aynı dershanede çalıştık. Aramızdaki tek fark, Mehmet’in zaten buralı olması. İlk atandığımız yıllarda benim yine fakülteden arkadaşım Burcu ile evlenmeme karşılık, Mehmet sekiz sene bekar gezip çocuğumun doğduğu yaz, o sene okula yeni atanmış, yeni mezun olmuş Antalyalı yazın öğretmenine aşık olmuş, evlenelim ileride taşınırız buradan diye kızın da aklını çelip evlenmiş, memleketinde hayatından memnun olduğu için eşi Meltem’in buradan pek hoşlanmadığını, hizmet puanlarının artık daha iyi bir yere yeteceğini, gitmek istediğini sıklıkla dile getirmesine karşın hep bir bahane uydurarak burada kalmayı başarmıştı.
Öğleye doğru başımın ve midemin ağrısı ders aralarında içtiğim limonlu sodaların etkisiyle biraz geçmiş, son derste çocuklara bitirdiğim konunun yaprak testlerini dağıtıp masaya oturup biraz kafayı dinlemiştim ki…Zehra Abla…Bugün temizlik günüydü.
Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Sabah evden nasıl çıktığımı bile hatırlamıyorum, bilgisayar… bilgisayarı kapatmış mıydım… Uyku moduna geçmiştir. Peçeteler, kayganlaştırıcı jel, suni vajina, iç çamaşırım, abes bira kutuları, votka şişesi…Eyvah ki ne eyvah.
Belki de gelmemiştir Zehra Abla, geç kalmıştır belki. Dersin bitmesine 15 dakika var. 15 dakika sonra öğle arası. Tövbe, bir daha tövbe, içmek yok. Nasıl bakacağım kadının yüzüne.
Zehra ablanın; ilkokula başlayacak yaşa getirene kadar çocuğumuza bakmış, evimizi çekip çevirmiş, bir telefonla zor zamanımızda koşup gelmiş, ayda verdiğimiz az miktar paraya kırk kez hayır dua etmiş, evimizin anahtarını teslim edecek kadar güvendiğimiz bu kadıncağızın yüzüne nasıl bakacağım… Bir daha utanıp gelmese kocadan kalma emekli aylığıyla nasıl geçinir. Ya hanıma çıtlatsa, yine mi dadandın içkiye diye başımın etini yese…
Bir ümit arabaya atlayıp yola koyuldum. Kafamda onlarca düşünce, akşamdan kalma yorgun gövdemi üçüncü kata zar zor attım, ağzım kupkuru, dilim damağıma yapışmış, kapıya bakakaldım. Yaşlıca kadınların ayaklarında görmeye alıştığımız, anca iki parmak yükseklikte, dolgu topuklu, eski, hafifçe tozlu kara bir çift ayakkabı! Zehra abla sektirmemişti yine.
Ses çıkarmadan yavaşça dönüp, merdivenleri usulca indim, arabaya binip kapıyı yavaşça çektim ve dershanenin yolunu tuttum. Görünmez olmak istiyordum; utançtan, çaresizlikten.
Öğleden sonrayı ne yapsam ne etsem diye düşünmekten, çocuklara ne anlattığımı bilmeden, test dağıtıp eski konuların sorularını çözdürerek geçirdim.
Çıkışta karımı aradım, hal hatır sordum, oğlum nasıldı, kayınvalide nasıldı derken asıl merakım Zehra ablanın hanımla konuşup konuşmadığını öğrenmekti. Karımın sesinde bir farklılık sezmedim, fazla özlediğimi söyleyip sakın evde sigara içme, dışarıdan aş yeme, Zehra ablanın yaptıklarıyla yönetim et, çıkarken kapıyı kilitlemeyi unutma…ve milyon adet daha ikazını tamam hayatım, peki hayatım diye dinleyerek kapattım. Eve gidip gerçekle yüzleşme vakti gelmişti.
Kapıyı aralayınca yeni temizlenmiş evlere has o ıtır geldi burnuma, hafif lavanta, hafif çamaşır suyu, yeni havalandırılmış bir ev…Normalde her cumartesi dershanedeki yoğun günün ardından kapıyı aralayınca huzur veren bu koku…bu kez farklıydı.
Çantamı hole bırakıp kravatımı gevşettim, korka korka salona doğru yürüdüm. Tertemiz! Masa, sehpalar, akşam sızdığım kanepe, hepsi tertemiz. Peçeteler, jel, bira kutuları, votka şişesi, hiçbiri ortalıkta yok. Suni vajina, eyvah…Bazanın altına koştum; yok! Zehra Abla da…Karım annesine bakmaya gittiğinden beri haftalığını ben verdiğim için temizlik sonrası kapıda beni karşılayıp, haftalığını alıp hiç beklemeden “yemekler ocağın üstünde, sofranı da kurdum, Burcu Hanıma selam söyle. Bir isteğin var mı Kemal Bey!” diye sormayı ihmal etmeden, her seferinde “sağol abla” diye uğurladığım kadın yok.
Arayıp özür dilesem diye düşündüm ilk, vazgeçtim. Arayıp karıma anlatsam fazla da ayrıntıya girmeden…Haftalığı alma bahanesiyle evine gitsem…
Sofraya baktım; yerli yerinde. Yemekler; ocakta. Banyo; yıkanmış. Döşek odası; toplanmış, baza kapalı. Gidecek olsa; sebep onca temizliği yapıp bir de üstüne aş yapıp sofra kurup gitsin. Bunca şeyi yaptıktan sonra sebep haftalığını almayı beklemesin…Kendimden utandım. Bir daha gelse bile; benden on beş ıslak aka abla dediğim, çoçuğumu evimi emanet ettiğim, kocası iş 15 sene evvel iş kazasında hayatını kaybedince ondan kalma aylıkla iki çocuk okutmaya çalışan, yeri geldiğinde dertlerimiz, yeri geldiğinde sırlarımızı paylaştığımız bu kadının yüzüne bir daha nasıl bakacaktım!
Sofraya hiç oturmadan yemekleri buzdolabına atıp kafamda tilkiler gidip yattım.
Ertesi hafta vakit mektep koşuşturmacasında akıp geçti, endişem yavaş yavaş azaldı. Cuma günü öğretmenler odasında Mehmet akşam için yemeğe beklediklerini söyledi. Her ne kadar rahatsız etmeyeyim diye ısrar etsem de yanıt hakkı vermeyerek “yedide bizde!” diye talimat verircesine konuyu kapattı.
Akşam istemeye istemeye sokağın karşısındaki pastaneden biraz tatlı alarak Mehmetlerin eve vardım. Beklemeden sofraya oturduk. Meltem yine cıvıl cıvıl bir şeyler anlatıyor, bir taraftan da yemekleri servis ediyordu.
Derslerden sonra tiyatro çalışması olduğunu, Mehmet’in yemeğe geleceğimi geç havadis, bilgi, salık verdiğini, aceleyle amade köfte ve makarna yaptığını anlatırken bir taraftan aklımdan Burcu’nun bu tabloyu görse kızı yine acımasızca eleştireceğini, biraz da bizden genç olmasının ve henüz çocuğu olmadığından kendisinden daha iyi halde gövde hatlarının verdiği kıskançlıkla her fırsatta laf sokacak bir açığını göreceğini geçirdim.
Önemli olmadığını yine yine söyledim, Mehmet’le yıllardır dost olduğumuzu, üniversitede aynı evde yaşadığımızı, yakınlığımızı bildiğinden Meltem de fazla uzatmadan servisi bitirip müsaade isteyip üzerini değiştirip geleceğini söyleyip arkasını dönüp salondan görünen koridorda hızlıca yürümeye başladı. Bir an istemsizce arkasından baktım; üzerinde ak bluz ve ince bir hırka, altında diz boyu bir etek, bacaklarında kara ince çorap, kara eteğinin sardığı canlı ve dolgun poposu…Meltem döşek odasına girip gözden kayboldu. Mehmet’in omzuma vurmasıyla irkildim.
“-Azdın mı lan! Hahahhaa!”
Densiz herif! Okuldan beri rahat bir adamdır. Arada Burcu hakkında konuşup beni taciz eder, her seferinde bozulurum, latife lan latife deyip fazla uzatmadan kapatır. Bu kere ben yakalanmıştım ve Mehmet bunu kaçırmamıştı.
Burcu üzerine kot ve tişört geçirip zaten hafif olan makyajını silemeden sofraya katıldı. Gözlerimi Meltem’in yanında bir densizlik yapmaması için Mehmet’e dikip dizimle dürttüm. Mehmet’te ahlak abidesi geçinen benim bu ufak potumu daha fazla yüzüme vuracağını gösterir gibi bıyıkaltından gülümsüyordu. Meltem masadaki itiş kakıştan şüphelenip;
“-Niye gülüyorsunuz ya!” diye şaşkın bir yüzle sorunca “-bir şey yok, geçen dershaneye geç kaldım, ondan takılıyor bana” diye geçiştirdim.
Yemekten sonra biraz televizyon izleyip lafladık. Mehmet yeni eğlencesini bulmuştu; bana bakıp bakıp bir kahkaha patlatıyordu. Ben de o gerginlikle konuşurken bile Meltem’e bakmadan televizyonla oyalanmaya çalışıyordum. Yarın dershane olduğunu, sabah erken kalkacağımı söyleyerek ruhsat istedim.
Mehmet’te:
“-Ulan ben çalışmıyorum sanki aynı yerde. Hem geç kalırsan yönetim ederim!” deyip bir kahkaha daha patlattı.
Meltem’e aş için teşekkür edip elini sıktım. Mehmet beni kapıya kadar uğurladı. Mehmet kapıda art dönüp sehpadaki bardaklarla meyve tabağından kalanları toplamaya uğraşan Meltem’e bakıp:
“-Bu gece ne yapsam acaba? Çok yorulursam yarın geç kalabilirim ha, yönetim edersin artık!“ diye bir kahkaha daha patlattı.
“-Sus ulan zevzek, senin diline düşmeye gelmiyor.” deyip bir dirsek attım. Arkamdan sırıtarak el sallarken merdivenleri inip ayrıldım.
Dışarıda gecenin serinliği eve doğru yol aldım. Ertesi gün; cumartesi! Zehra Abla! Zehra Abla istikbal mi? Gelirse ne derim? Gelmezse ne yaparım? Karıma nasıl anlatırım? Soru işaretlerini sırtlayıp merdivenleri çıktım. Vakit kaybetmeden kendimi yatağa attım. Ertesi günün gerginliğiyle bir o yana bir bu yana döndüm. Sabah erkenden uyandım, hazırlandım. Çıkarken portmantonun üzerine Zehra abla gelir umuduyla geçen haftayı da hesaba katarak iki haftalık nakit bıraktım, sonra sanki nakit çözecekmiş gibi cebimde art kalan nerdeyse bir haftalık parayı daha bıraktım ve çıktım.
Dershanede öğle arasını zor edip zil çaldığı gibi arabaya atlayıp eve gittim. Ayakkabılar… Ayakkabılar kapıdaydı. Zehra abla gelmişti. Dershaneye dönüp günün art kalanını bir parça rahatlamış geçirdim. Akşam da Zehra ablanın portmantoda bıraktığım parayı alıp ben gelmeden gideceğini düşünerek eve vardım ki ayakkabılar hala kapıda. Bir an gidene kadar dışarıda oyalanmayı düşündüm, sonra kendi korkaklığıma kızarak bir cesaret kapıyı çaldım: Zehra abla…
Kolları sıvalı, ellerini bulaştırmamaya çalışarak açtı kapıyı:
“-Buyur Kemal Bey, yemeği yetiştiremedim!” deyip içeri buyur etti.
Zehra abla ocak başında yemekle uğraşırken bir taraftan konuya nasıl girsem diye düşünerek mutfaktaki sandalyeye oturdum.
“-Fazla nakit bırakmışsın Kemal Bey!” demesiyle düşüncelerim bölündü.
“-Geçen hafta yetişemedim abla, iki haftalık bırakmıştım.”
“-Yok, daha fazla bırakmışsın.”
Biraz duraklayıp:
“-Dershaneden prim almıştım abla, ondan biraz fazla bıraktım.” diye geçiştirdim.
“-Olsun, ben fazlasını almam” deyince;
“-Tamam abla, armağan alırım ben de o vakit sana!” dedim. Yanıt vermedi.
Aklımca kadını parayla, hediyeyle ayartacaktım ama doğru yoldan gitmediğimi anlayıp sustum.
“-Çok aç mısın Kemal Bey, yarım saate amade yemek.”
“-Hayır abla, öğlen geç yedim, bunları dolaba koyar yarın yerim.”
“-Kahve yapayım o vakit istersen.”
“-O olur bak, ama kendine de yaparsan.”
Cevap vermeden üst rafa uzanıp cezveyi çıkardı, fincanlara uzandı, dikkatle izliyordum; biiiiir…ikinci fincanı da indirdi.
Kahveleri koyduktan sonra masaya geldi, yüzünde kızgınlık, kırgınlık ifadesi aradım: yoktu. Aksine havadan sudan, okuldan konuşup, Burcu’yu, annesini, oğlumu sordu. Kayınvalidemin hastalığına ne kadar üzüldüğünü, oğlumun babasından ayrı kaldığını, böyle gurbetlik çekmenin zor olduğunu anlattı, üniversitede okutmaya çalıştığı çocuklarından, onları ne kadar özlediğinden dem vurdu.
Hayranlıkla izliyordum; ne olgun kadındı. Yalnız başına iki çocuk büyüt. Kocadan kalan üç kuruş maaş, çocuk bakarak, ev temizleyerek kazandığı ekstra parayla iki çocuğu da üniversitede okut…Hazırlık döneminde çocuklarına yardımı olsun diye dershaneden kitaplar, testler getirip, zorlandıkları vakit da karım, kimi de ben hususi ders vererek yardım etmeye, diğer branşlarda nazımızın geçeceği arkadaşlara rica edip bedava ders verdirmeye çalışmıştık. Ne vakit çocuklardan laf açılsa bunları anıp hayır dua eder, bizi verebildiğimiz azcık haftalıktan ötürü hiçbir vakit mahçup etmez, daha da minnet duygusu uyandırırdı.
Üzerimdeki bu yükten bir an evvel kurtulmak istiyordum, lafa girdim:
“-Abla geçen hafta için özür dilerim, fazla utandım, kusura bakma.” Biraz durakladı, o aradaki üç beş saniye ömrümden birkaç sene çaldı.
“-Neyin kusuru, yalnızsın, olur öyle erkek kısmı arada içer, eğlenir.” dedi şefkatli bir gülümsemeyle.
Derin bir oh çektim. Ben kalkayım artık deyip iş yaparken geriye sıyrılmış yazmasını yine gevşetip kırlaşmaya başlamış boyasız saçlarını yine yazmasının içine sokarak başını bağlayıp kapıya yöneldi. Çıkmak üzereyken:
“-Kemal Bey, şeyi hanımımın çamaşır dolabına koydum!” dedi.
Bir şey anlamamıştım:
“-Neyi abla?” dedim.
“-Şeyi işte!” dedi birisi duyacakmış gibi kısık bir sesle mahcup bir şekilde başını öne eğip kasıklarını işaret ederek. Ben şaşkınlıkla bakarken hiç yüzüme bakmadan iyi akşamlar dileyip kapıyı çekti.
Yatak odasına geçip karımın tarafındaki çamaşır dolabını açtım. Külotların arasında duruyordu: suni vajina. O karmaşada, vicdan muhasebesinde, koşuşturmacada aklıma bile gelmemişti nerede olduğu. Dahası o günden sonra bir haftadır ne porno izlemiş ne masturbasyon yapmıştım. Mehmet’in Meltem’in arkasından dalıp gittiğimi yakalayıp her fırsatta taciz edip sululuk etmesi de tuz biber olmuştu.
Elime alıp inceledim; temizlenmişti. Jelden vıcık vıcık bıraktığım bir de üstüne içine boşalıp unuttuğum suni vajina tertemiz, kuru bir şekilde karımın külotları arasında duruyordu.
Aklımdan diğer bir kadının spermlerime dokunduğu geçti, kasıklarım karıncalandı. Bir haftadır boşalmamıştım. Bir an Zehra ablanın elimde tuttuğum bu silikon oyuncağa dokunduğunu düşündüm. Pantolonumu çözdüm, makyaj çekmecesinden elime geçen ilk kremi alıp alelacele sürdüm. İçine girdim, gözlerimi kapayıp ayakta bir süre gidip geldikten sonra kendimi yatağa atıp, yatağın üstünde gidip gelmeye başladım.
“-Neyi abla?”
“-Şeyi işte!”…Kasıklarını işaret etmesi, yüzündeki mahcup o ifade.
Aklımdan bu masum kadını çıkarmalıydım. Son zamanlardaki favori masturbasyon malzemelerimi düşündüm. Mine’yi ve öğretmenler odasını dolduran neşeli kahkahalarını, göz ucuyla bakıp dasürekli giydiği dar pantolonundan aklıma kazıdığım dar poposunu, Meltem’in külotlu çoraplı bacaklarını ve hızlı hızlı koridorda yürürken daldığım dolgun poposunu…Olmuyordu. İçinde gidip geldiğim oyuncağa Zehra ablanın dokunduğu, belki meraktan kokladığı, hatta ıslaklığın ne olduğunu anlayıp tatmış olma ihtimali…Aklımı oynatacaktım sanırım. Zehra ablayı yatağa yüzüstü yatırdığımı, geniş kalçalarının üzerine bütün ağırlığımı verip becerdiğimi düş ettim. Vücudumdaki bütün kan kasıklarıma saldırı etmişti sanki, son yıllarda bu kadar katı ereksiyon olmamıştım hiç ve birkaç dakika içinde boşalmadım sanki kasıklarım patlayıp bütün vücudumu, endişelerimi, azgınlığımı, dertlerimi, her şeyimi akıttım.
Yatağın üstünde ne kadar vakit surat üstü öylece kalıp düşündüm bilmiyorum, nefesim düzelip beynime yine kan gitmeye başlamıştı.
İyice zıvanadan çıkmış olmalıydım, Zehra ablayı becerdiğimi düşünerek boşalacak kadar. Bu düşüşün dibi var mıydı bilmiyorum!
Telefonda boşalmak ister misin? Derhal ara aşkım : 00353 515 737 08